06 Jun
İÇİMDEKİ HİKAYELER  - 4 -

BAYRAM ŞERBİKLERİ

         Elinde bastonu, iki büklüm sürüdüğü ayaklarıyla her gün geliyordu Fadime’sinin yanına. Toprağını suluyor, çiçekler ekiyor, yanı başına oturup sürekli bir şeyler anlatıyordu ona… Bazen yorulan başını tümseğin üzerine bırakıyordu… Gözyaşları, ektiği tomurcukları besliyor, yeni dallar ve yapraklar bitiveriyordu döküldüğü yerlerden. “Fadime Rençber 1925 -2020, ruhuna Fatiha” yazan ahşap geçici kabir taşını sürekli avucunun içiyle okşuyor, öpüyordu.

         “Bekle beni Fadime’m, geleceğim yanına tezden. Ne işim var artık buralarda benim. Gitme dedim gittin! Ah benim şekerparem, ah benim gül kokulum.”

         Artık mezarlık bekçileri de Hüseyin emmiyi iyice tanımışlardı. Tüm gün hiçbir şey yiyip içmeden mezarın başında oturup ağlamasına gönülleri elvermediği için onu teselli edip kaldırmaya çalışıyor ancak başarılı olamıyorlardı… Adana’nın yaz sıcağında bayılıp gitmesinden korkuyorlar, zorla birkaç yudum su içirip, birkaç lokma ekmek yediriyorlardı. Elinde olsa, toprağı kazıp içine girecek, Fadime’sinin yanına uzanacaktı boylu boyunca. Gece olup, karanlık indiğinde, komşusu olduğunu söyleyen gençten bir delikanlı geliyor, direnecek gücü kalmayan Hüseyin emminin kolunu boynuna doluyor, neredeyse taşıyarak götürüyordu.

         Dile kolay, tam seksen senelik hayat arkadaşıydı Fadime’si. Mardin’in Girmelhep köyünde, ağa kızıydı o… Kendisi ise babası, dedesi gibi basit bir rençper. Hasan Ağa’nın topraklarını ekip biçerken uzaktan görmüş, anında sevdalanmıştı. Kendisi on beş, Fadime, on üç yaşlarındı o zamanlar. Yeşil hareli mavi gözleri, sapsarı saçları ile başaklar arasında dolaşırdı dalgın dalgın… Üzerinde yeşilli, kırmızılı, şalvarı, pembeli, beyazlı yemenisi olurdu sıkça. Ona başak saplarından küçük bir bebek yapmış, üzerine de nazar boncuğu iliştirmişti bir gün.

         “Al bu senin!” deyivermişti heyecanla.

         “Ne ki bu?” Şaşırarak bakmıştı Fadime

         “Sensin bu. Aslında çok daha güzelsin ama elimden sadece bu geliyor.” Daha bir dikkatli bakmıştı yüzüne Fadime. Sonra da utanarak gülümsemişti başını eğerek. İşte o an anlamıştı onun da yüreğinin kendisine düştüğünü. Üç yıl gizli saklı buluşmuşlardı sonra. Hüseyin on sekizine geldiğinde, babasına sevdalandığını ve evlenmek istediğini söylemişti. Ailesinin sevinci, oğullarının yavuklusunun Hasan Ağa’nın kızı olduğunu öğrenmeleriyle mateme dönüşmüştü. Annesi de babası da Hüseyin’i vazgeçirmek için ellerinden geleni artlarına koymamışlardı. Önce bu işin olamayacağını dilleri döndüğünce anlatmaya çalışmışlar, sonra başka gelin adaylarını gündeme getirmişlerdi. Başaramayınca, sözü geçen aile büyükleri devreye girmişti. Hüseyin, Nuh diyor peygamber demiyordu. En sonunda, ailesi dayaklar ve tehditlerle ortalığı kasıp kavurmuş, ancak ellerine geçen sadece oğullarının içe kapanıp hastalanması olmuştu. Tüm aile karalar bağlayıp oğullarının iyileşmesi için duaya başlamışlardı en sonunda.

         Fadime tüm bu olanları izlemiş ve çözümün kendisinde olduğunu anlamıştı. Hasan Ağa’nın yedi erkek çocuktan sonra doğan tek kızı ve en küçük evladıydı Fadime. Kimse ağanın gözlerinin içine bakıp tek kelime edemezken, Fadime bir kedi gibi onun kucağında, omuzlarında, çizmelerinin dibinde büyümüştü. Hasan Ağa’nın Fadime’ye olan düşkünlüğü herkesçe bilinirdi. Onu tüm ailede ayrı bir yerde tutar, abilerine ezdirmez, her konuda müsamaha gösterirdi. Şimdi de Fadime’nin onun karşısına geçip cesaretle konuşabilmesi gerekiyordu. Birbirine sevdalanan gençlerin, aile meclisinin kararı ile infaz edildiği çok hikaye duymuştu Fadime. Hüseyin ile birlikte olamayacaksa, kendisini öldürecek olan da zaten gene kendisi olurdu… Annesi ile konuşmayı hiç düşünmedi bile. Babasının üç karısının en sonuncusuydu o. Kendisine gösterdiği değerin onda birini bile ona göstermezdi. Annesi Hüseyin Ağa’nın karşısında el pençe divan durur, anında yerine getirmek için ağzından çıkacak kelimeyi beklerdi. Sindirilmiş, korkak karakteri ile kendisinden büyük olan ilk hanım ağaların da emirlerine koşardı sürekli.         Fadime, on beş yaşının cahil cesareti ile babasının karşısına çıkmış, gözlerinin içine bakarak açık açık kendi tarlalarında rençper olan bir gence sevdalandığını söyleyivermişti. Hasan Ağa önce afallamış, sonra kıyametler kopmuş, çok sevdiği Fadime’sine okkalı bir dayak atmış, altı ay gün yüzü görmeyen bir odaya hapsetmişti. Bu arada ailesi, Hüseyin’e bir zarar gelmesin diye, köyden kaçırmışlar; Diyarbakır’da bir akrabalarının evine yerleştirmişlerdi. Fadime yemeden içmeden kesilmiş, yataklara düşmüş, babasının onu karşı köyün ağasının üniversite okumuş oğullarıyla evlendirme planını bu şekilde engellemeyi başarmıştı. En sonunda Hüseyin, adamlarının zoru ile yaka paça Konağa getirilmiş, Hasan Ağa’nın karşısına çıkarılmıştı. Hasan ağa, Hüseyin’e önce güzel bir göz dağı vermiş, sonra da onu damadı olarak kabul ettiğini söyleyerek herkesi şaşırtmıştı.

         Babası Fadime’yi kırk gün, kırk gece süren görkemli bir düğünle evlendirmişti. Fadime ve Hüseyin daha sonra, Hasan Ağa’nın onlara hediye ettiği arazinin içindeki küçük eve yerleşmişlerdi. Fadime ev işlerini öğrenirken, Hüseyin de artık kendilerine ait olan arsayı ekip biçmeye girişmişti.

          Fadime’nin tek mutsuzluğu bir bebeğinin olmamasıydı. Her hamile kaldığında umutlanıyor, her umudu bir düşükle nihayete eriyordu. On yıl boyunca defalarca bu üzüntüyü beraberce yaşamış ve ağlamışlardı. Fadime yirmi beş yaşındayken, hamileliği altıncı aya kadar gelebildi. Umutları yeniden filizlenmiş, dualarla hayaller kurmaya başlamışlardı. Hüseyin kendi elleriyle küçük bir beşik yapmış, Fadime de tüllerden bir cibinlikle, fırfırlı küçük yastıklar, bebek yorganları dikmişti elleriyle. Bir gece Fadime’nin kanaması başladı ve gittikçe de şiddetlendi… Ortalık kan gölüne dönünce, Hüseyin karısını alarak Şehirdeki hastaneye götürdü telaşla… Vardıklarında Fadime kendinde değildi. Bir saat sonra, ameliyattan çıkan doktor, üzüntü ile Fadime’yi kurtarabilmek için rahmini almak zorunda kaldıklarını, bir daha hamile kalmasının mümkün olmadığını söyledi. Doktorun ellerine sarılıp hüngür hüngür ağlamıştı Hüseyin.

         “Allah razı olsun senden doktor! Fadime’mi bana bağışladın!”

         Hüseyin’in gözünde artık başka bir bebek yoktu. Fadime’sinden ayrılmadığı için her gün beş vakit namaz kılıyor, Allah’a şükrediyor, adaklarını yerine getiriyordu. Fadime ise derin bir kederin içine gömülmüştü. Hayattan uzaklaşmış, sessizleşmiş, kendi içine kapanmıştı. Onu neşelendirmek için elinden hiçbir şey gelmiyordu Hüseyin’in.

         Babası bir gece onları eve çağırdığında, olayın ardından neredeyse sekiz ay geçmişti. Hüseyin’in ailesinin iki odalı kerpiç evlerine gidip, evlenme çağını geçirmiş üç kız kardeşi, anne ve babasıyla, yer sofrasındaki kuru fasulyeden kaşıklamışlardı beraber. Babası direk Hüseyin’in gözlerine bakarak baklayı ağzından çıkarmıştı.

         “Bizim soyumuzun devamı sende oğul. Eh gelinin de sana bebe veremeyeceği artık belli oldu. Karşı köydeki İrecep emminin küçük kızı Hatice on yedisine basmış artık. Serpilmiş, tazecik bir kız olmuş. Onu kendine ikinci avrat yaparsan hem ev işlerine yardım eder, Fadime kızımız rahatlar, hem de soyumuz devam eder.”

         Fadime ortada yokmuş gibi konuşuyor, onun yüzüne bile bakmıyordu. Bu arada Fadime’nin görümceleri ve annesi de babayı destekliyorlardı. Kızlar zaten, Fadime’den oldum olası haz etmemişler, ağa kızı olduğu için çok üstüne gitmemişler ancak kıskandıklarını da hiçbir zaman gizleyememişlerdi.

         “Baba doğru söyler Hüseyin. Biz de gelir bebeleri eyleriz. Fadime de rahatına bakar!”

         “Sizin ağzınız ne söyler baba! Ben böyle bir şeyi kabul eder miyim? Gözümün ucuyla bile bakmam Fadime’den gayrı kimseye.” Fadime bir şey söylemiyor ama gözlerinden sicim gibi yaş geliyordu. Üzüntüsü üzerine gelecek kumadan mıydı, yoksa hiç sahip olamayacağı bebeği için mi ağlıyordu, Hüseyin’in bunu anlaması mümkün değildi. Kalbi Fadime’nin tek damla gözyaşını görmeye dayanamıyordu. Bu işkenceyi ona çektirmeye hakkım var mı diye düşündü ve aniden kolunu tutarak yer sofrasından çekip kaldırdı kaldırdı onu.

         “Haydi kalk gidiyoruz Fadime!” dedi.

         Babasının itirazları küfürlere dönüşürken kapıdan çıkmışlardı bile. Fadime ağlamasını durduramıyordu. Belki de bu zamana kadar içine attığı üzüntüleri tutan baraj yıkılmış ve en sonunda Fadime’nin ruhunu sular altında bırakmıştı. Evde onu usulca yatağa yatırdı Hüseyin. Saatlerce başında saçlarını okşayarak ağlamasını seyretti. En sonunda bitkinlikten sızıp kaldığında o da yanına yattı ve kolunu Fadime’ye dolayarak kulaklarına fısıldadı.

         “Affet beni Fadime’m! Artık gözlerinden tek bir damla bile yaş gelmesine izin vermeyeceğim. Yemin veriyorum sana, bundan sonra işim sadece güldürmek olacak seni.”

         Ertesi sabah kalktıklarında Hüseyin kararlı bir şekilde Fadime’yi karşısına aldı.

         “Artık yavaştan toparlanmaya başla Fadime’m!”

         “Sen ne diyorsun Hüseyin? Neden gideceğiz, nereye gideceğiz?”

         “Bize buralarda artık rahat yok. Dün bizimkileri gördün. Bunlar işin ucunu hiç bırakmazlar. Hayatımızı zehrederler. Çukurova çok verimliymiş diye duydum. Orada oturan amcamın oğlunu arayacağım bugün. Bize küçük bir çiftlik ayarlar. Burada neyimiz var, neyimiz yok satar, savar göçeriz. Kafamız rahat yaşar gideriz. Sen de istediğin zaman sizinkileri görmeye gelirsin. Gözümde benimkiler yok artık zaten.”

         Fadime’nin de gözünde hiçbir şey yoktu aslında. Acısının içine gömülmüş, dünyadan soyutlamıştı kendini. Belki göçmek ona da iyi gelirdi… Kötü anılarını hatırlatacak bir şey olmazdı gittikleri yerde.

         Kısa süre içinde, evlenirken Hasan Ağa’nın verdiği tarlayı ve küçük evi sattılar. Fadime’nin ağa kızı olması sebebi ile düğünde hatırı sayılır miktarda takılan altınları da hala olduğu gibi duruyordu. Ailelerin itirazlarına hiç takılmadan helalleştiler ve verimli topraklara doğru yol aldılar.

         Hazırlıklar, yolculuk, yeni bir mekan arayışı ve yerleşme meşguliyetleri Fadime’yi acısından biraz olsun uzaklaştırmıştı gerçekten de. İçinde çeşitli meyve ağaçları, kümesler ve ağıllar olan bir arazi içinde, kendilerine uygun küçük bir ev buldular. Geldikleri yer, köylerinin aksine yemyeşildi… Hayatında bu kadar ağacı bir arada görmemişti. Attığı tohum, neredeyse kendi kendine fışkırıyordu topraktan. Kümesi horoz, tavuk ve civcivlerle doldurdular. Fadime hiç bu kadar mutlu hissetmemişti hayatında. Hele Hüseyin bir gün küçük bir kuzu ve oğlakla geldiğinde, sevinçten deliye dönmüştü. “Anneleri ölmüş.” demişti. “Bizim çocuklar olur bunlar artık!” Fadime elinde biberonlar tüm gün onların peşinden koşturup duruyordu. Bir süre sonra anne belledikleri Fadime’nin peşine takılmışlardı onlar da…

         Artık birbirleri vardı sadece. Bir de gözleri gibi baktıkları ağaçları, hayvanları ve toprakları. Ağaçların çiçekten, meyveye dönmesi kadar; tohumların da yeşerip ürün vermelerinin anlamı çok ayrıydı Fadime’de. Bunlar ağacın ve toprağın çocuğuydular çünkü. Kendisinin artık böyle bir yeteneği olmasa da, ağaçların ve toprağın çocuklarının büyümesinde bir nebze de olsa katkısı olduğunu hissetmek, iyi geliyordu Fadime’ye. Birkaç yıl içinde, tüm çevre ahalinin de Fadime annesi olacaktı. Elleri yardıma muhtaç yaşlıların, ihtiyaç sahiplerinin, öksüz ya da yetim çocukların üzerindeydi hep. Elinden gelen ne varsa onlar için yapmak istiyordu. Bahçesinde yetişen meyveleri dağıtıyor, ektiği sebzelerden çorbalar yapıp yaşlılara götürüyor. Günlük yumurtaları çocuklar yesin diye annelerin ellerine tutuşturuyordu. Çoğu fakir aile, ördüğü hırkalar, atkılarla ısınıyor, bayramlarda hediye ettiği erzak ve üst başla seviniyordu…

         Kendi diyarları olan Mardin’den getirdiği bir geleneği de sürdürüyordu Fadime. Dini bayramlardan bir iki gün önce küçük bir sürahi şeklinde topraktan yapılmış “bayram şerbikleri” denilen testilere su doldurarak komşu çocuklara hediye ediyordu. Kaybettiği bebeklerinin sayısı kadar. Tam yedi tane. Öldüğünde, bebeklerinin bu şerbiklerle kendisini sırat köprüsünde karşılayacağını söylüyordu. O zaman Hüseyin’in kalbi sızlıyor, Fadime’yi kolları arasına alarak “O köprüyü el ele beraber geçeceğiz!” diyordu. “Bebekler bize su verse de vermese de…”

       Tam seksen yılı, hiçbir “keşke”leri olmadan, mutlu olup mutluluk dağıtarak geçirmişlerdi beraberce. Kaybettikleri bebeklerinin yerini kalplerinden koruyup kolladıkları muhtaçlar, yoksullar ile, sevindirdiklerinde kalplerini neşe ile dolduran küçükler almıştı. Her sene hediye ettikleri şerbik sayısı kadar da çocuk okutmuşlar; kimi doktor, kimi eczacı, kimi avukat olan bu evlatları ihtiyaçları olduğunda şerbiklerini kendi maharetleri ile doldurup onlara geri sunmuşlardı. Tek yapamadıkları Fadime’yi hayatta tutabilmek olmuştu… Yaşlı vücudunun artık gitme vaktinin geldiğini anladığında, hastanede kalmak istememiş, “Beni evime götürün!” diye tutturmuştu. Evde üç gün gözünü bile kırpmadan Fadime’sinin başında durmuştu Hüseyin emmi. Üçüncü gün dünyadan göç ederken, dudaklarından sadece Hüseyin’inin ismi çıkmıştı. Yaklaşıp “Buradayım Fadime’m, yanındayım!” diyebilmişti elini tutarak. Fadime’nin dudakları mutlulukla kıvrılmış ve son nefesini vermişti. Yüzünde o gülümsemeyle gömmüşlerdi toprağa.

         Sabahın erken saatlerinden beri mezarın başındaydı Hüseyin emmi. Hava kararmak üzere olduğundan, mezar görevlisi kontrol etmek istemişti onu. Fadime’nin içinde bulunduğu tümseğe başını koymuş Hüseyin emminin gülümseyen yüzünü gördüğü an, gittiğini anlamıştı görevli.  Göremediği ise, ellerinde su dolu şerbiklerle yedi bebeğin çevrelediği Fadime ve Hüseyin’in, gülerek el ele yürüdükleriydi…

         İpek Çerçi Akar  

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.