12 Jun
İÇİMDEKİ HİKAYELER - 5 -

MUTLULUK DOKUNUŞU

         Onun dışında herkes öğle paydosuna çıkmıştı. Hiçbir şey yiyecek hali yoktu. Sabahtan beri yaptığı işe kafasını verebilmek için çok fazla çaba sarf ediyordu. Gözleri boş boş önünde duran monitöre bakıyordu.  Klavyesinin üzeri tozla kaplanmış ve bilmem kaçıncı kez boşalmış büyük kahve kupası, beni tekrar doldur diye bağırıyordu. Neredeyse kırk sekiz saattir uyku uyumamıştı. Kendi ekseninde hareket eden büro koltuğuna yapışmış gibiydi. Kafasının içinde Nalan dönüp duruyordu…

         “Ah Nalan keşke sen de beni benim seni sevdiğim kadar sevebilseydin. Ama sen anca parayı seversin değil mi… Param tükendi diye şimdi at bakalım beni bir köşeye çöp torbası gibi. Allah kahretsin benim beceriksizliğime. Mehmet’le aynı okulu okuduk; o şimdi üst düzey yönetici. Altında onlarca insan var. Ya sen nesin Allah’ın moronu! Büyüüük bir banka memuru!... Alkış sana… Her gün avuçlarından sana ait olmayan milyonlarca lira geçiyor ama tek bir yüzlüğünün bile cebine girdiği yok.” 

        Ağırlaşmış kafasını derin bir öf çekerek klavyenin üzerine bıraktı. Tuşlar derisini acıtıyordu… Terinin, aralıklardan girip mekanik bir bozukluğa sebep olma ihtimali aklına gelince başını kaldırdı. Bir kahveye daha ihtiyacı vardı. Üzerindeki ceketi çıkarıp, iskemlesinin arkasına yerleştirdi. Kravatını gevşetip, uzun beyaz gömleğinin manşet düğmelerini açtı ve dirseklerine kadar kıvırdı…

         “Allahtan bugün Cuma… Paydosa dört beş saat kaldı. Dayanacak gücüm yok artık!”

        Ağır hareketlerle ayağa kalkıp, arka taraftaki lavaboya isteksiz adımlarla yürüdü. Yüzünü yıkadı ve kağıt havluyla kuruladı. Aynada gördüğü resim hoşuna gitmemişti.

         “Şu göbeğe bak. Nalan seni beğenir mi. Ne spor yapıyorsun ne diyet… İçip içip zıkkımlanarak mı Nalan’ı geri kazanacaksın? Her akşam meyhaneye verdiğin parayı biriktirip ona bir pırlanta küpe alsaydın belki gitmesini biraz olsun geciktirebilirdin! Seni terk etmekte yerden göğe kadar hakkı var sürtüğün. Yerinde olsaydım ben de aynısını yapardım… Gittikçe dibe batıyorsun ahmak seni!.. Bir yolu olmalı… Bir çare…”

         Uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözlerine, iki gündür tarak değmemiş dağınık saçlarına hoşnutsuz bir bakış fırlattı.,

          “Meymenetsiz suratlı seni!”

          Aynayı paramparça etmek istedi. Kendinden bu kadar nefret eden başka bir insan var mıydı şu hayatta acaba? Birkaç aydan beri çoğu arkadaşının da kendisinden yavaş yavaş uzaklaştığını hissedebiliyordu.

         “Kim ne yapsın benim gibi bir insan müsveddesini. Neredeyse kırk yaşındayım, okul bittiğinden beri hala aynı yerde debelenip duruyorum. Rahmetli babam olmasa belki bu işi bile zor bulurdum.” 

        Küçük mutfağa doğru birkaç adım attı. Kahve makinesinin içinde saatlerdir aynı kahve duruyordu. Döküp yenisini yapmaya üşendi. İçini suyla çalkaladığı kupasını ağzına kadar doldurdu. Tadı acılaşmıştı doğal olarak. Yüzünü buruşturdu ancak gene de omuzlarını silkerek içmeye devam etti. Masasına oturup, kupayı banka müşterileriyle arasında set görevi yapan camın dibine koydu ve kahvenin dumanı ile oluşan buğuya baktı. Üzerine işaret parmağı ile bir kalp çizdi. İçine de bir N ve A harfi kondurdu. Buğu kısa sürede yok olunca, aşkının sembolü olan kalbin de uçup gittiğini gördü…

         “Ne bekliyordun ki Alper Bey!”

         Gözü arkadaki büyük miktardaki para akışını gün boyunca korumak için kullanılan küçük kasaya takıldı. Sabah önemli bir müşteri, hesabına üç milyon lira yatırmıştı. Tüm para mesai bitimine kadar orada olacaktı.

         “Şeytan diyor, al parayı arkana bile bakmadan Nalan’ı da al git Alper!...  Tüm hayatın boyunca namuslu yaşadın da ne geçti eline? Kendine ait hiçbir şeyin yok. Ne ev ne araba ne de bir hayat yoldaşı. Alırsın bu parayı, ilk uçağa atlayıp kimsenin bilmediği uzak bir ülkede hayatını Nalan’la yeni baştan kurarsın. Tabii para bitince Nalan yeniden gider ama, en azından bir süre mutlu olursun. Geride bıraktığın kimse de hayatında senin eksikliğini duymaz!”

         Saatine baktı… Öğle tatilinin bitmesine daha kırk beş dakika vardı.

         “Kimi kandırıyorsun, sen bunu bile beceremezsin. Ülke dışına çıkmadan yakalanırsın. Üstelik baban kalp krizi geçirir, annen de kederinden toprağı boylar… Kaçsan ne olacak? Kafa aynı kafa değil mi?  Değişen hiçbir şey olmaz. Aynı tas, aynı hamam. Konu parasızlığım mı, ruhumun beş para etmezliği mi?”

         Anne ve babasının tek evladıydı… Onun hep başarılı, üretken, cesur, girişken, sosyal olmasını istemişlerdi. Hep de arkasında durmuşlardı. Ancak tek çocuk olması ve bu beklentilerin ağırlığı altında sürekli ezildiğini hissetmesi, boş vermiş ve umursamaz takılan haylaz bir çocuk yaratmıştı. Böyle olmak, her şeyin kolayına kaçmak işine gelmişti aslında. Mücadeleci bir ruha sahip değildi o.

         “Sen hep kork e mi Alper. Korkularınla yüzleşmek yerine hep kaç. Hiç deneme, hiç çabalama, sonra da neden bu durumdayım diye kendi kendine dövün… İşte hayatının ortasını geçtin bile. Bundan sonra geri sayım başladı. Herkes para, kariyer, başarı, sevgi biriktirirken, senin biriktirdiğin borç, içki şişeleri, yalancı aşklar. Hatta bu sahte sevgi uğruna hırsızlık yapmayı bile düşünebiliyorsun. Yazıklar olsun sana!”

         Düşünceleri derin bir çaresizlik ve belirsizlik kuyusunun dibine çekiyor, onu yukarı çekecek kuvvetli bir elin varlığına ihtiyaç duyuyordu. Belki de bir psikiyatriste gitmeliydi.

         “Ne işe yarayacaksa!” diye söylendi kendi kendine.         Kanının çekildiğini ve başının içindeki balyozların harekete geçtiğini hissetti. Elleri titriyor, kalbi hızla çarpıyor, ruhu kuvvetli bir basıncın altında eziliyordu sanki.

          “Tükenmişlik sendromu dedikleri bu olsa gerek. Hayatın bomboş olduğunu bu yaşta öğrenmemeliydim. Hiç değmeyecek bir kadının arkasından ağlayan zavallı bir adamım ben.”

         Boğulacak gibi hissediyordu. İçerisinin havalandırması gayet yerindeydi oysa. Yirmi dakika sonra öğlen mesaisi başlayacaktı. Güvenlik görevlisinin kilitlemiş olduğu kapıyı açarak dışarıya çıktı. Bankanın önünde ayakta dikilirken, taze hava ve güneşin yüzünü yalamasına izin verdi. Gözlerini kapayarak derin derin nefes aldı. Cadde üzerinde ve kaldırımlarda hatırı sayılır bir insan trafiği vardı. Camlı büyük kapının hemen yanındaki ATM’lerin birine, elinde bebek pusetiyle yaşlı bir teyze geldi. Torunu olmalıydı büyük ihtimalle. Yavaş hareketlerle çantasında cüzdanını aradı. Sonra da cüzdanının içinden bankamatik kartını. Elini siper ederek güneş ışınlarının yansıdığı monitörü görmeye çabaladı. Beceremeyince çantasını tekrar karıştırıp gözlüğünü bulmaya çalıştı. Neden sonra çıkarıp taktı ve kartı işlem yuvasına sokarak tuşlara dokunmaya başladı.

         Kafasını iki yana sallayarak “En nihayet!” dedi sıkıntıyla Alper. Başını diğer yana çevirirken, gözü eğimli kaldırımdan kayarak yola çıkan pusete ilişti. Güvenlik kilidini kapatmayı unutmuş olmalıydı yaşlı teyze. Ani bir refleksle kendini yola attı, pusetin itme kolundan yakaladı ve saniye farkıyla karşıdan gelen aracın önünden kaldırıma doğru çekti. Araç durabilmek için acı bir sesle frene basmış ancak arabanın kaymasına engel olamamıştı. Arkasındaki iki araç da duran araca bindirmiş, birdenbire bir kargaşa meydana gelmişti. Etraftan çığlık sesleri ve bağrışmalar yükseliyordu.

         Her şey beş saniye içinde oluvermişti. Alper’in eli pusete sımsıkı yapışmış halde, kaldırımın kenarında donmuş kalmıştı… Gözleri kendisine gülücükler gönderen bebeğe kilitlenmişti. Boynuna sarılmaya çalışan yaşlı teyzeyi bile zor fark edebildi. Teyze gözlüklerinin altından fışkıran yaşlarla Alper’in yüzünü hem ıslatıyor hem de öpücüklere boğuyordu.  Bir yandan da “Allah senden razı olsun, ne muradın varsa versin!” diyordu “Seni doğuran kadına bin şükürler olsun!” Etraftan alkış ve takdir sesleri yükseliyordu. Alper’in, Pusete yapışan elini gevşetebilmesi epey zaman almıştı. Etraftaki kalabalık, zincirleme kazaya müdahale etmek için gelen polis tarafından zorla dağıtılmıştı. Sakinleşmesi için bankanın içine oturtup bir bardak su verdikleri yaşlı teyze olayı defalarca çevresindekilere dillendirmiş, mesai arkadaşları bununla kalmayıp, güvenlik kameralarından da seyretmişlerdi. Tebrikler ve övgüler iş çıkışına kadar devam etti. Ertesi gün de kahraman banka memurunun küçük bebeği nasıl kurtardığını gösteren kamera kayıtları, hem sosyal medyada hem de ana haberlerdeydi.

         Alper aynı günün akşamı eve dönerken, çok farklı duygular içindeydi. “Ne değişti ki şimdi?” diye sorup duruyordu kendine. “Hala aynı Alper’im. Cebinde zırnık olmayan, sevgilisi tarafından tek edilmiş. Peki neden bu kadar huzurlu ve rahatım. Neden tamamlanmış ve her şey yerli yerine oturmuş hissediyorum? Mutlu olmak bu kadar mı kolay? Bir başkasının hayatına dokunmak yetiyor mu… Kasadan para çalıp sevgi satın almama da gerek yokmuş. Tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna Nalan!”

         Arabanın radyosunu açtı. Neşeli bir şarkı buldu ve eşlik etmeye başladı… “Mutluluk içinde, dışında arama!” diyordu şarkı. “Sevgiyle bakan gözlerinde, şefkatle uzattığın ellerinde, verdikçe büyüyen yüreğinde. Ne parada ne pulda. Mutluluk hayatının ortasında.”


         İpek Çerçi Akar

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.