12 Apr
İYİ Kİ DOĞDUN

İYİ Kİ DOĞDUN         

        Merhaba sevgili okuyucu… Sonsuz güzel olasılıklar barındıran bir günün daha sabahındayız… En sevdiğim mevsim ve en sevdiğim aydayız… Genel olarak insanların en sevdikleri ay doğdukları aydır… Ancak ben şubat ayında doğdum ve hiç soğuk sevmem… Oysa Nisan benim için her yönü ile büyülü bir aydır… Nisan doğanın baş kaldırışıdır… Nisan yeniden uyanıştır… Nisan, havasında sevginin kokusunu barındırır… Şiir yazma, dans etme isteği doğurur… Nisan tüm güzelliklerin odak noktası gibidir… Enerjisinde yaşamın sevincini taşır… Benim için bir başka önemi de, benden iki yaş büyük olan kız kardeşimin doğduğu ay olmasıdır…

         Ben, dünyaya gelmeden önce farklı bir boyutta, ruhsal rehberlerimizle birlikte, dünyada göreceğimiz eğitim ile ilgili bir ders planı yaptığımıza inanıyorum. Elimize verilen yaşam haritasındaki mutlaka yaşayacağımız dersler, kaderimizdeki ana yolu; bu derslerin içeriği olan deneyimlerimiz sırasında, özgür irademizi kullanarak yaptığımız seçimler de, değişebilen tali yolları gösterir… Tabii dünya okulunda beraber olacağımız sınıf ve okul arkadaşlarımızla da, daha dünyaya gelmeden el sıkışmış olmalıyız… Bu durumda kardeşlere “önceden ayarlanan sıra arkadaşları” diyebiliriz…

         Kardeş kelimesi, “aynı karında büyüme” anlamındaki “karındaş” kelimesinin zamanla yontulmasıyla ortaya çıkmıştır… Evrendeki canlı cansız her varlığın atom altı bir seviyede birbirine bağlı olduğu artık bilinen bir gerçek… Aynı karından, aynı enerjilerle ortaya çıkmak, daha da kuvvetli bir enerjisel bağı gerektirir…    İkizler ya da üçüzler, anne karnında sırtlarını birbirlerine dayadıkları için, doğal olarak, “arka-daş” doğarlar…  İkizler dışındaki tüm kardeşler, aralarında kuvvetli bir enerjisel bağ da olsa, sonu “…daş” ile biten kelimelere sahip olmak için biraz daha çabaya ihtiyaç duyarlar… Her kardeşin çok yakın olamamasının ya da kan bağı olmasa da “kardeşten öte” arkadaşlıkların var olmasının sebebi budur. Bir noktadan sonra kan bağı, gönül bağına dönmelidir çünkü…

         Ben bu açıdan hayata şanslı başladığımı söylemeliyim… “Arka-daş” olarak ilk tanıdığım kişi, kardeşimdi… Aramızdaki iki yaşlık küçük fark nedeniyle ona abla demeyi oldum olası reddettim… Sanırım aramıza mesafe girsin istemedim… Onunla “bağ-daş” kurarak yarattığımız oyunların haddi hesabı yoktu… Sanırım müthiş hayal gücüyle senaryoları hep o yazıyor; bense yapımcı, yönetmen ve organizatör kimliğimle dekor,  kostüm ve rol ayarlamaları yapıyordum… Oyuncaklar, çikolata ve şekerden oluşmuş mal varlığımız konusunda “pay-daş” olma anlaşmamız vardı… Eve gelen misafir çocuklarla olan anlaşmazlıklarda birbirimize hep “yan-daş”lık ediyorduk.  Benden iki yaş büyük olma avantajı ile okula başlayıp kendi özel arkadaşlarını edindiğinde, biraz ihanete uğramış gibi hissettim… Eve getirdiği bir arkadaşının örgülerinden tutup yerlerde sürükleyerek evden atacak kadar delirdiğimi hatırlıyorum… Evdeki herkes, bu davranışımın ne kadar utanç verici olmasından çok; beş yaşındaki zehirli cüce halimle, neredeyse iki katım büyüklüğündeki bu zavallıyı nasıl sürükleyebildiğime hayret etmişti.

         Aramızdaki bu simbiyoz ilişki bir süre sonra bitti… İkimiz de ilkokuldaydık henüz… Bana göre somut bir kırılma noktası yoktu… Basit bir kız kardeş rekabeti gibi görünüyordu ve sebebini çözemiyordum.  Yıllar sonra bunun nedeninin, en iyi arkadaşım olan kız kardeşimin annemize kırgınlığından dolayı, benden uzaklaşması ile sonuçlanan bir tepki olduğunu öğrenecektim. Küçük bir çocuğun bilinçaltında kolayca yaralar açabilecek ne kadar farklı etken olduğunu ve bunların sonuçlarının neler olabileceğini hayal bile edemezsiniz…

          Artık her ikimizin de farklı arkadaşları ve hayatları vardı… Ortaokul ve lise boyunca aynı evde yaşayan iki yabancı olduk… Gerekmedikçe konuşmuyor, birbirimizin çimenlerine basmamaya çalışıyorduk…  Dilek üniversite için Ankara’ya gitti; bense ailemin yanında öğrenimime devam ettim… Okulu bitirip eve döndüğünde ise, ben tıp fakültesini bitirmiş ve mecburi hizmet için Burdur’a gitmiştim… Daha sonra, o Mersin’e, ben Antalya’ya taşınarak kendi ailelerimizi kurduk… Uzun bir süre kopuk yaşadık… Ta ki hayat bizi tekrar bir araya getirinceye kadar.

         Annemin elli dört yaşında ALL (Akut lenfositik lösemi) olduğunu öğrendiğimizde otuzlu yaşlarımızın başlarındaydık. Doktor evlat kimliğimle apar topar Adana’ya, ailemin yanına gittim ve hastalığın başından sonuna kadar süren üç ay boyunca hastanede, annemin yanında kaldım… Bu sırada Dilek de, aynı dönemde annemin hastalığını “Alzheimer” ile reddetmeye karar veren babamla ilgileniyordu… Üç ayın sonunda tüm çabalarımıza rağmen annemizi; bundan tam bir yıl sonra da babamızı sonsuzluğa uğurladık…

         Bu iki olay, farklı yönlere bakan yüzlerimizi tekrar birbirine döndürdü… Şimdi aramızda uzaklık da olsa, “sen bana bakma, ben senin baktığın yönde olurum” diyoruz birbirimize… Kopuk olduğumuz dönemde, ikimiz de hayatlarımızda benzer ve zor travmalar atlattık… Şimdi de hayret verici bir senkronizasyonla, benzer sevinçleri ve zorlukları yaşıyoruz. Hatta migren ağrılarımız bile çoğunlukla aynı anda ortaya çıkıyor. Birbirimizin ruhsal durumunu hissedebiliyoruz ve telefonla da -artık şaşırmadan- doğruluyoruz… Aramızdaki enerjisel bağ, kendini sezgilerle ve eşzamanlılıklarla daha çok göstermeye başladı…

        Küçüklüğümüzdeki gibi her durumda “yan-daş” değiliz artık... Çünkü farklı kişiliklerimiz ve fikirlerimiz var. Ancak adım attığımız her konuda birbirimizin arkasındayız ve destekçisiyiz… Farklı olarak “sır-daş” da olduk… Hayatımızın hiçbir döneminde olmadığı kadar konuşuyoruz… Aramızda mesafeler olmasına karşın “yol-daş” olduğumuzu biliyoruz…  Birbirimize el feneri olmaya çalışıyoruz… “Arka-daş” ilişkisinin dostluk mertebesini yaşıyoruz… Yargılamadan, eleştirmeden, suçlamadan, sevginin koşulsuzluğunu deneyimliyoruz… Ruhlarımız birbirine değiyor…  İkimiz de, kopuk olduğumuz dönemi birlikte yaşayamadığımız için üzülüyoruz… Ancak gene de bunu bir kayıp olarak görmüyoruz… Biliyoruz ki gölgelerin amacı, sadece aydınlığı hatırlatmaktır…

           Bugün on iki Nisan… Hayatımdaki varlığının değerini, onu tekrar bulduktan sonra çok daha iyi anladığım insanın; bol “…daş” lı kelimelerden oluşmuş cümlelerimin öznesi, canım kız kardeşim Dilek’imin doğum günü… Ona hepinizin şahitliğinde tekrar “İyi ki doğdun, iyi ki varsın, iyi ki sensin” demek istiyorum…

         Biyolojik ya da değil; her birinizin hayatını, yüreğinizle “CAN-DAŞ” diyebileceğiniz gönül kardeşlerinizin doldurmasını diliyorum…

         Sevgiyle, hoşça kalın!... 


         İpek Çerçi Akar 

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.